Statcounter Code

3 Temmuz 2019 Çarşamba

ENTEL FİLM ÇEKME KILAVUZU - 4 - USTALARA SAYGI

Kendinizde bir derinlik görmüyorsanız, bunu örtbas etmenin en kolay yollarından bir tanesi, edebiyat veya sinema tarihinden ünlü bir figürü kendisine örnek almak, onun eserlerinden ağır bir şekilde "ilham almak", hatta çaktırmadan çalmaktır. Hayatınızı yeterince anlamsız bulamıyorsanız, ama hayatı anlamsız bulmak iyi prim yapıyorsa, ne yapacaksınız? Saldıracaksınız Dostoyevski'ye, Çehov'a, Camus'ye... Sonra da "esinlendim" diyeceksiniz.



Not: Yabancılaşmaymış! Anlamsızlık duygusuymuş! Ulan salak, yabancılaşmanın hangi toplumlarda hangi koşullarda ortaya çıktığını biliyor musun! Senin toplumun o aşamada mı? Ne aydınlanma, ne sanayi devrimi yaşamış bir toplumdasın. Hala bayramda ananın babanın elini öpüp böreklerini yiyorsun! Aşure ayında evin aşureyle doluyor! Sıkıldın mı köyüne gidip biraz temiz hava alıyorsun. Şehirlerde yaşayanların çok az bir bölümü hariç yabancılaşma senin toplumunun yanından bile geçmemiş (bkz. Türk toplumunda seri katil çıkmaması). Zorlaya zorlaya içinden bir Sartre çıkartmaya çalışıyorsun ama çıkan tek şey kokulu bir gaz!

Sabah sabah sinirlendim bak!

ENTEL FİLM ÇEKME KILAVUZU - 7 - KLASİK MÜZİK

Senaryonuzdan bir halt olmayacağını anladığınızda yapmanız gereken filme "sanat değeri taşıdığı" genel olarak kabul edilmiş olan unsurlar katmaktır. Bunun en kestirme yolu filminize klasik müzik veya caz (modern caz tabii ki) koymaktır. (Sentezleyiciyle yapılmış iç bayıcı anlamsız sesler de olabilir). Çünkü bir insanın "entel" olduğunu, cahil güruhtan olmadığını en çabuk belli eden şey (dış görünümden sonra) müziktir. Ne kadar "elit", ne kadar "derin" olduğunuzu karşı tarafa bir çırpıda anlatır müzik. Zira müziği gerçekten anlayıp anlamadığınız, hissedip hissetmediğiniz dışarıdan pek belli olmaz, içsel bir deneyimdir müzik dinlemek. Sizin klasik müzik dinlediğinizi gören arkadaşlarınız otomatik olarak size bir "derinlik" atfeder.




Sakın ha kendi kültürünüzden, kendi geçmişinizden bir müzik kullanmayın. İstediği kadar güzel, derin ve anlamlı olsun. Derhal gerici, doğulu ve cahil olarak nitelendirilirsiniz, Avropa özentisi yüzeysel ve şebelek entel dostlarınız tarafından. Japon veya Çin müziğini, Afrika müziğini, Amerikan yerlilerinin müziğini, ya da modern müzik türlerini (bkz. Trent Reznor) bilmeye ne gerek var. Koy bir Shubert, gitsin!

ENTEL FİLM ÇEKME KILAVUZU - 13 - UZUN PLAN

Uzun uzun planlar kullanın, uzuuuuun uzuuuuuuuun plaaaaannnnlaaaaarrrrrr! Bu hareketli kamerayla yapılacaksa (örneğin bir pan) kamerayı o kadar yavaş hareket ettirin ki üzerinde yosunlar büyüsün (bkz. "Yumurta"nın girişi). Uzun planlar, seyircinin orada olmayan anlamı kendiliğinden o sahneye yapıştırmasına neden olur. Planın başlangıcında "şimdi ne olacak" merakı hakimken, plan ilerledikçe seyircinin aklına yatırılmamış faturalar, arkadaşlarla geçmişte yapılan tartışmalarda söylenmesi daha iyi olacak sözler, son diş randevusunda çektikleri vb. gelir. Ama bir süre sonra bu "sanat" (!) filmine gönüllü olarak geldiğini hatırlar, bu düşüncelerini bastırır ve derhal o plandaki "derin" anlamı bulmak ("yaratmak") için çabalamaya başlar.



Uzun planlar görüntü yönetmenlerinin favorisidir zira sürekli yeni set-up'lar ile uğraşmaktan kurtarır. Işığı kurar, bir iki prova alınır ve o günlük iş biter. Aslında senaristler de uzun planları sever çünkü 30 sayfalık bir senaryodan ("sinopsis" irisinden) tam bir film çıkartmanıza olanak tanır.

Normalde bir karakterin sıradan bir eylemi "elipsis" denilen yöntem kullanılarak kısaltılır. Örneğin işinden evine giden bir adamı çok kısa çekimlerle evine vardığını gösterirsiniz. Ama eğer elinizde malzeme yoksa (senaryo malzemesi), o zaman o adamın işten eve giderkenki bütün aşamalarını teker teker ve uzun uzun gösterirsiniz. Olayı çoktan çözmüş olan zihniniz, gelecek ayın faturaları adlı programı çalıştırıp hesaplamalara girişir bile. Olan sizin güzel ömrünüze olur. Söyleyecek sözü olmayan birinin laf kalabalığına maruz kalmış / mahkum edilmiş gibi hissedersiniz.

Uzun planın anlamlı kullanımı için "2001: Bir Uzay Macerası"nı öneririm. Ya da "Stalker". Kurusawa'nın "Düşler"i de iyidir, orman'daki tören sahnesi.

ENTEL FİLM ÇEKME KILAVUZU - 17 - KASVETLİ KONULAR

"Entel" filmlerin belki de en belirgin özelliği, konularının "kasvetli" olmasıdır. Bunun ana nedeni, bu tür filmleri çekenlerin (romanları / oyunları yazanların da denebilir) kendilerini toplum ortalamasından daha zeki görmeleri ve hayatı daha derin / doğru anladıklarını zannetmeleri ve bu daha derin / doğru (!) anlayış sonucunda da hayattaki en önemli şeylerin ölüm, yabancılaşma (özellikle de aile bireyleri arasındaki ilişkilerde yabancılaşma - şehirlilerin yaşadığı genel yabancılaşma da olabilir), sömürü (emek sömürüsü veya duygusal sömürü), anlamsızlık (sıradan, bildiğimiz hayat anlamsızlığı) vb. olduğu kanaatine varmış olmalarıdır. Ortalama toplum tükettiği eserlerde (burada, film) bu konular üzerinde durmak istemez iken "entel" arkadaşlar, bunlardan başka bir konuya tevessül ve tenezzül etmezler. Eğer bu "entel" arkadaşın kendi "gerçek" hayatında "ölüm" gibi bir kayıp yaşanmışsa, bu arkadaş artık hayatın anlamsızlığını kanırta kanırta gözünüze sokacaktır.

Bir örnek vermek gerekirse, "Kelebekler" bu konulardan üçünü işlemektedir, hem de başarısız bir şekilde: "Ölüm", "aile üyeleri arasında yabancılaşma" ve "anlamsızlık" (patlayan tavuklar ve astronot abi). Filmin bir NBC ya da ZDK tadında olmadığının farkındayım, bu konuların hepsini daha mizahi bir şekilde ele almış, ama gerek konular, gerek ele alış "tarzı" ile "entel" filmi nitelemesini hak ediyor Kelebekler.


NBC'nin Bir Zamanlar Anadolu'da filmi ise bu "entellik" konusunda bir başyapıttır. Özellikle muhtarın evinde gece yenen yemekte konuşulanlar (ölüm, mezarlık, sel olunca mezarların bozulup ölülerin taşması, vb.) bu "kasvetli" hatta "iğrenç" (gory) konuları işleme eğiliminin şahikasını oluşturur. Filmin sonundaki otopsi seslerinin ise rahatlıkla NBC'nin akıl sağlığını sorgulamamıza yol açtığını söyleyebilirim.

ENTEL FİLM ÇEKME KILAVUZU - 12 - CEVAPSIZ SORULAR

Bir sahnede karakterler konuşurken bir tanesi diğerinin sorusuna (veya doğal olarak tepki gerektiren bir sözüne) cevap / tepki vermesin. Karşı tarafa böyle manalı manalı baksın. Kamera da onun üzerinde dursun, ayrılmasın. Seyirci de bu cevabı / tepkiyi kendi kafasından tamamlasın, "Neden cevap vermedi bu öküz?" diye merak etsin, hikayeye biraz daha dahil olsun ("engage").

Bu, cevap vermeyen karaktere "derinlik" (!) katan bir yöntemdir. Senaristin vereceği "bir" cevaba karışlık seyirciler "binlerce" cevapla o sessizliği / boşluğu doldururlar. Senarist sıradan bir laf koyacaktı oraya belki ama seyirci o boşluğu en derin, en anlamlı sözlerle doldurur kafasına. İnsanın aklına neler gelmez ki?


ENTEL FİLM ÇEKME KILAVUZU - 8 - ENSE PLAN

Bol bol ense çekin. Bize çerçevedeki kişinin yüzünü göstermeyin. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini görmeyelim, bilmeyelim. Bu planları gereğinden biraz daha uzun tutarsanız, seyircinin zihni otomatikman sıkılmaya başlayacak, ama bilinci bir "sanat eseri" (!) karşısında sıkılmayı kendine yediremeyeceği için derhal bu sıkıntıyı bir "anlam" (!) olarak yorumlayacaktır. Bu anlamlı sıkıntı esnasında (koşarak sinemadan kaçamayacağımız ya da kanalı değiştiremeyeceğimiz için (filmi sinemada izlediğinizi varsayıyorum)) ensesini gördüğümüz / izlemekte olduğumuz şahsın ne düşündüğünü ve ne hissettiğini tahmin etmeye başlarız. Al sana anlam! (Ya da "tembel yazarlar / yönetmenleri / görüntü yönetmenleri için ucuz kestirmeler - 101").


Not: Bu, yerinde ve doğru kullanıldığında aslında çok etkili bir tekniktir. Ama biz burada Festival Ödülüne oynuyoruz ;)

2 Temmuz 2019 Salı

ENTEL FİLM ÇEKME KILAVUZU - 1

GİRİŞ

Bu yazı dizisinde entel film nasıl çekilir onu öğreteceğim. Yalnız en başta "entel" film ile gerçek derinliği olan filmleri ayırt etmek gerekiyor. Kimse bu ayrımı doğru düzgün yapamadığı için abuk subuk filmler festivallerden kucak dolusu ödüllerle dönüyorlar. Jürilerin yetersizliği (bakınız hemen tüm festivaller), belirli akımların moda olması (bkz. Dogma), sinemadan gerçekten anlamamak da bu kargaşaya katkıda bulunan diğer etkenler.

Gerçek derinliği olan filmler hayatı her yönüyle derinlemesine ele alır. Hayatı ve ölümü, insanın binbir halini, hayatta ortaya çıkan her türlü acayip durumu yüzeysel bir bakış açısıyla değil, derinlemesine bir görüşle (insight) görür ve buradan elde ettiklerini, sinemanın sınırlarını zorlayacak şekilde (senaryo, kurgu, sinematografi, oyunculuk, müzik) anlatırlar. Filmi seyrettikten sonra birkaç çok güçlü duygu içinizde kalır, artık aynı insan değilsinizdir, siz de o eserle birlikte derinleşmişsinizdir.

Bu filmlerin bazıları "karamsar" denilebilecek bir bakış açısına sahiptir, hayata ve insanlara karşı bazen olumsuz duygu ve düşünceler barındırırlar. Ama hayatı (sahte veya özenti değil de) "gerçek" bir bakış açısıyla gördükleri için, olumsuz kadar olumlu şeyleri de görürler. Kendi nevrozlarını "sanat" diye millete yutturmaya çalışmak yerine hayatı acısıyla, tatlısıyla ele alırlar. Çünkü hayatta neşe de vardır, keder de, ölüm de vardır doğum da, yalnızlık da vardır dostluk da, ihanet de vardır, sadakat de...

Entel danteller sadece olumsuz duygulara, özelliklere ve durumlara odaklanmanın onları "gerçek derinliği olan sanatçı" yapacağını zannederler, bu nedenle hem senaryoları, hem senaryolarındaki karakterleri durup dururken karamsardır, kötümserdir, kötüdür, vb. Oysa gerçek "hayat ustaları" hayat denen bu keşmekeşin içinde güzellikleri de görür, iyilikleri de. Bu, entel ile gerçek sanatçıları ayırt etmenin bir turnusoludur. Sürekli karamsar takılarak kendinizi üç beş eleştirmene beğendirip kendinize birkaç gecelik yatak arkadaşı bulabilirsiniz, ama bu sizin sadece çakma usta olduğunuzu gösterir, başka birşeyi değil.

Bu dizide anlatacağım bilgiler ile festivallerden ödül alacağınızdan eminim. Evet, bunu garanti ediyorum. Ayrıca ödüllerden de pay istiyorum ! :) Yüzde on yeter, bir yerlere bağışlatırım.

1 Temmuz 2019 Pazartesi

"Green Book"


"Yol filmi nedir?" sorusuna cevap olarak çekilmiş gibi duran bir film "Green Book". Kendisini ikinci defa izlettirecek kadar da sağlam oyunculuğa, senaryoya, sinematografiye ve müziğe sahip bir film. Filmin belki de tek kusuru, bir yerden sonra tekrara düşmesi. Filmin ortasından sonra şunu anlıyor ve beklemeye başlıyoruz: Don ve Tony bir şehre gidecekler, başlarına ırkçılıkla ilgili birşeyler gelecek, onlar da buna ilginç şekillerde tepki verecekler. Senaristin hakkını verelim ama: her defasında bize ilginç ortamlar sunmayı başarıyor, bu nedenle filmi izlerken asla sıkılmıyorsunuz. Ama asla belirli bir düzeyin üzerinde de duygulanmıyorsunuz. Örneğin Don'ın duygusal olarak kırıldığı an (yağmurlu havada arabadan inip kendisi hakkında konuşması ("Ben kimim?") çok kısa kesilmiş. Başka bir senarist (örn. Aaron Sorkin) bu sahnenin canına okurdu (olumlu anlamda). Biz de güzel diyalogdan dört köşe olmuş bir biçimde izlerdik. Ama bu senarist öyle yapmamış. Kaçırılmış bir dramatik fırsat bence.

Bunun dışında karakterlerdeki dönüşüm çok güzel, çok yumuşak ("smooth"), çok gerçekçi. Tony, zencilerin içtiği bardakları bile atan adamdan, zenci haklarını savunan birine dönüşüşüyor. Don da tahtta oturan bir piyanistten, insanlar arasına "inen" / karışan birine dönüşüyor.

Baş karakterler arasındaki ırksal farklılığa yazar bir şaşırtmaca da ekliyor. Normalde beyazlar daha elit, kültürlü iken bu senaryoda yazar siyahi karakteri elit ve kültürlü yapıyor. Beyaz baş karakter ise nispeten kaba saba, küfürlü konuşan, eğitimsiz biri. Ama yazar bununla da yetinmiyor, "üstün" pozisyonda gibi duran siyahi karaktere daha fazla psikolojik yük veriyor (eşcinsel olması, kardeşinden kopuk olması, insanlardan uzak durması vb.). Beyaz baş karakter ise daha "dünyevi", ayakları yere basan, hafif bir ırkçılık dışında ciddi bir psikolojik sorunu olmayan biri.

Yazarın kaç düzeyde çalıştığını görüyor musunuz? Seyirci bunu, bu çalışmadaki zenginliği fark ediyor, derinliği hissediyor ve zevkine varıyor. Yani yazar sadece elit zenci, kaba beyaz zıtlığında bırakmamış işi. Sınırları zorlamış ("push the envelope"). Buradaki dramatik fırsatı kaçırmamış.

Sadece bu iki karakter, senaryoya giriş derslerinde "karakter nasıl yaratılır" konusunda örnek olarak bir dönem (abartmayalım, üç hafta) okutulabilir. Bütün yan karakterlere de emek verildiği belli - ayrıca çok iyi oynanmışlar.

Caz seviyorsanız, zaten film müziklerine bayılacaksınız.

Filmin hiç konuşma içermeyen ama anlam yüklü bir sahnesi de arabanın lastiği patladığı zaman, zencilerin çalıştığı tarlanın kenarında durmaları. Sinema böyle birşey işte. Tek kelime etmeden, kitaplar dolusu bilgiyi bir sahnede, bazen bir çerçevede verebiliyor.

Finale doğru siyahi bardaki gösteri beklenen ama yine de eğlenceli bir sahneydi. Amerikalı yazarlar böyle şeyler çok iyi kotarıyorlar, hakkını verelim. (Akla "Back to the Future" - Geleceğe Dönüş geliyor hemen).

*

10 üzerinden 8 veriyorum. Bir klasik değil ama güzel ile çok güzel arası bir film. Zaman zaman dönülüp izlenebiliyor.

*

Bu filmi sevenler 1989'dan "Driving Miss Daisy"yi de sevebilir. Bir bakın derim.

30 Haziran 2019 Pazar

"Good Omens" - Bir Constantine değil!


"Good Omens" hakkında bir miktar "keyif kaçırıcı bilgi" içerir. İzlemeyi planlayanlar daha sonra okusa daha iyi olur.

*

"Good Omens"ın kitap versiyonunu okumadım. Neil Gaiman'ı sadece "Sandman" çizgiromanından biliyordum, orada da çok sevmemiştim. Ama Good Omens'in tanıtımlarında Dr. Who (Tennant) ve Michale Sheen'i birlikte görünce, izlemeye (en azından izlemeye başlamaya) karar verdim. ("Başladığınız işleri bitirmek zorunda olduğumuzu kim söylemiş?" (Leonardo Da Vinci))

*

Beşinci bölüme kadar hafif iyi diyaloglar, orta ilginç karakterler, ama Sheen ve Tennant'ın harika oyunculuğu diziyi izlemeye devam etmeme neden oldu - en çok da sonuncu neden. Ama dizinin senaryosunda işlemeyen birşeyler vardı. Hep ittirmeli gidiyordu. "Ya sabır" deyip izlemeye devam ettim.

Ama altıncı bölüm, beş bölüm boyunca biriken şüphelerimin doğru olduğunu bana gösterdi. Neydi o şüpheler?

Hikayenin kahramanlarının belirgin bir dış motivasyonu var. Armageddon'ı (Kıyamet) engellemek! Ama bu amacın "gerçekliğini" oluşturan dış / çevresel koşullar bir türlü yerine oturmuyordu. Kıyameti kim istiyor? Şeytan? (Bütün bunların Yahudi - Hristiyan kültürünün öğeleri olduğunu unutmayın. Bizi çok bağlamayan, çok da bilmediğimiz şeyler bunlar. Yine de eğer yabancı dil biliyorsanız, bu kültürel öğelerle muhatap oluyorsunuz). Bunun için gönderdiği "Deccal" de bu işi yeryüzünde gerçekleştirecek kişi. O ve Mahşerin Dört Atlısı, milyonlarca zebani / iblis ile birlikte yeryüzünde meleklerle savaşacaklar (Gerçekten de İslam kültürüne pek uymayan şeyler bunlar - İslam'a uymadığı için "yanlış" diye nitelemiyorum, sadece "decode" edilmesi biraz zaman alıyor, bir iki saniye daha geriden geliyor tepkilerim - ama eğlence olsun diye izliyoruz).

Kahramanlar belli: Aziraphale ve Crowley. Düşman (Nemesis / Antagonist) kim? Deccal? 9-10 yaşlarında sevimli bir çocuk. Hiçbir kötülük yapmaya niyeti yok. En fazla arkadaşlarının ağzını "kapatıyor". Biraz da havada uçuyor. Ve onlar tarafından terk edilince / artık sevilmeyince bütün kötülüğünden vazgeçiyor?!!

Ne?!!!

Aynen öyle. Arkadaşları buğuz yapınca, Şeytan'ın yeryüzündeki temsilcisi olmaktan vazgeçip dünyayı yok etme / kıyameti başlatma görevini terk ediyor.

Biz de altıncı bölümde elimiz böğrümüzde kalıyoruz!

Arkadaşlar, senaryo (dramatik yazarlık) kuralları, fizik kanunları gibi kat'idir. Kimin onları çiğnemeye çalıştığına bakmaz. En enlü yazarlar, en ünlü diziler / filmler bile bu kuralları çiğnediği zaman tepe taklak olurlar. Çünkü insanlar (seyirciler), fizik kanunları kadar kat'i olan bu kuralları içgüdüsel olarak bilirler ve ona göre tepkiler verirler. Mücrim eserler de zaman içerisinde ("hype" geçtiğinde) gerçek yerlerini bulurlar, edebiyat / sanat tarihinde.

Bu nedenle Good Omens'in en fazla (o da bahsettiğim oyuncuların yüzü suyu hürmetine) 10 üzerinden 7 alabileceğini söyleyebilirim. Sheen ve Tennat olmasaydı, en fazla 4 alırdı - o kadar iyi oynuyorlar.

Nasıl ki Lost bu kuralları çiğnediği için çakıldı, nasıl ki Game of Thrones bu kuralları izlediği için seyirciler arasında küçük bir infiale neden oldu, Good Omens da bu nedenle tarihe bir "klasik" olarak geçmek yerine, "hafif, hoş bir eğlencelik" olarak geçecek.

*

Anlamayanlar için biraz daha açayım: Finalde Deccal çocuk'un fikir değiştirmesi, bizim Türk filmlerindeki kötü adamın (fabrikatör), filmin kahramanının (Yaşar Usta) konuşmasıyla fikrini değiştirmesine benziyor. Yani gerçek hayatta (en hafif komedilerde bile, filmin en dramatik anında) insanlar bir konuşmayla en temel motivasyonlarından vazgeçmezler. Bu tür davranışlar (yani yeterince güçlü nedenler olmadan meydana gelen değişimler) MELODRAMLARDA olur. Bu (yani karakterlerin yeterli gerekçelere / motivasyonlara / nedenlere sahip olmadan çeşitli davranışlarda bulunması) melodramların neredeyse temel tanımıdır.

*

Şunu da ekleyeyim. Bazı dramatik hatalar, bazı formlarda (örn roman) daha affedilirdir. Çünkü romanlar (popüler olanlarında bahsediyorum), sinema filmleri ya da TV dizileri gibi çok güçlü dış motivasyonlar ya da davranış değiştirici nedenlere ihtiyaç duymazlar - bunları kullanan romanlar tabii ki daha güçlü, daha etkili olur, ama bunlar olmadan da başarılı olanlar vardır.

Örneğin Tanpınar'ın Huzur'unun baş karakteri Mümtaz böyle bir karakterdir. Burada zaten önemli olan epik bir kahramanın büyük düşmanlarla mücadele edip galip gelmesi veya yenilmesi değildir. Önemli olan Mümtaz ile Nuran'ın aşkı ve onların etrafındaki atmosferdir.

Ama Good Omens, onca kovalamacaya, "saatli bomba" tekniğine, patlamalara vb. rağmen, en sonunda isteneni vermiyor (it does not deliver). Nedeni de Nemesis'in, bir şekerleme ile kandırılabilecek bir çocuk olması. Neyi neden istediğini bilmemesi (aslında ne istediğinin bile farkında değil).

*

Neticede sıcak yaz gecelerinde aşırı boş zamanınız varsa, eğlenerek izleyebileceğiniz bir dizi. Çok şey beklemeyin ama. Yani bir "Constantine" (film olanı kastediyorum) değil.



20 Mayıs 2019 Pazartesi

"Game of Thrones": Yeni bir LOST Vakası!

"Yıllarınızı verdiğiniz bir dizinin sonu nasıl bağlanamaz!" konusunda "Lost"un insanlara yaşattığı hayal kırıklığını yeni bir kuşağa yaşatmış bir dizi oldu GOT! Yıllar önceden beri kurulan "set up"ların "pay off"larının olmadığı bir dizi. Herkes asıl mücadele "Winter King" ile yaşayanlar arasında olacak zannederken, Danny kızımız manyak çıktı! Cersei bile bu kadar insanı bu kadar kısa sürede öldürmedi. Seyircilerin yıllarca kendisine yaptıkları duygusal yatırım, bir bölümde uçtu gitti. Tıpkı 8 sezon boyunca yaratılan "kış geliyor" korkusunun, tek bir bölümde ve tek bir bıçak darbesiyle bitmesi gibi.

Bu diziden benim çıkardığım en büyük ders, izleyicilerin (bazen) "iyi"lerin ölmesini çok isteyebileceği! Bunun yarattığı "şok"u mu seviyorlar, yoksa gerçek hayatın böyle olduğunu biliyorlar da mı bunu istiyorlar, emin değilim, her ikisi de olabilir. Ama "kahramanlar" öldükçe seyircisi coşan başka bir dizi hatırlamıyorum. Son sezon son bölümlere yönelik en büyük eleştiri genelde yeterince büyük "kahramanların" ölmemesiydi. "Fan service" diyorlar buna, yani "hayranların gönlü olsun diye yazılan hikayeler". GOT'ta bu geri tepti. İlginç.



15 Mayıs 2019 Çarşamba

Susuzluk, Senaryosuzluk, Luk...

Senaryo yokken hayat ne kadar kolay, anasını satayım!

Sonunu getiremediğim filmler, Kelebekler ve Ölümlü Dünya... Senaryo ilerlemiyor, çünkü yok. Yani mutlaka insanların eline çekmeleri için birşeyler verilmiştir ama ne karakter var, ne dış ve iç motiv var, ne "Büyük Dramatik Soru" var...

Senaryosuzluğun/hikayesizliğin doğal ve normal kabul edildiği bir ortamda, herkes senaryo yazmayı iyice öğrenip ondan sonra senaryo yapısıyla oynamayı hedeflemek yerine, doğru düzgün geliştirmediği hikayeciklerini milletin önüne senaryo olarak atacaktır. Bunun en süper örneklerine bakarak (sözde) "senaryosuzluğun" aslında senaryoyu aşma  ("transcend", ötesine geçme) durumu olduğunu anlamak yerine, bir senaryo dahi oluşturamama haline düşenler veya bilerek o noktada kalanlar, kendilerini o süper örneklere denk, hatta onların ötesinde görüyor.

Koyunun çok olduğu yerde, keçiye abdurrahman çelebi deniliyor. Köpeksiz köy bulup değneksiz dolaşıyorlar. Durumu doğru düzgün analiz edemeyen gençler de, bu "çarpık normal"i norm kabul edip bu çarpık yapılaşmaya bir odun da onlar atıyor. Eleştirmenlerimizin kifayetsizliği artık gözlerimi bile yaşartmıyor, kısa bir küfür ile geçiştiriyorum.

Galiba "daha kötü olacak" dediğim yere gelmiş bulunuyoruz.

Acaba daha da kötü olacak mı? Daha kötüsü de var mı?

*

Güncelleme (20 Mayıs) - Kelebekleri bitirmiş durumdayım. "Üç uyumsuz (ve 1/3 oranında ilginç) karakteri bir arabaya koyalım, bunlar otomatik olarak duygulandırıcı ("ölüm" diye okuyun) bir konuyla bağlantılı olarak bir yerden başka bir yere gitsinler, vardıkları yerde ilginç bir iki olay ve/veya karakter olsun (tavuklar, muhtar, imam), finali de hafif komik bir şekilde bağlayalım. Sinemadan anlamayan ve/veya sinema kültürü zayıf seyirci bayılacaktır." diye düşünülerek yazılmış ve çekilmiş bir film. Senaryosuzluk hali çok bariz, ama kaliteyi arayacak insan kalmayınca, insanlar önlerine ne koyarsanız beğeniyorlar.


7 Mart 2019 Perşembe

Sıkıcılık ve Sanat

Dün gece bir tiyatro oyunu izledim. "Sanat" tiyatrosu olarak nitelendirilebilecek bir oyundu. Doğal olarak da sıkıcıydı. Ama sıkıcılığı, ortalama seyircinin anlamayacağı, sadece elit / okumuş / aydınlanmış / bilgili seyircinin çözebileceği kodlar kullanmış olmasından kaynaklanmıyordu. Düpedüz sıkıcıydı. Çünkü bu tür ileri düzey kodlar ya yoktu ya da çok azdı. Klasik sayılabilecek bir hikayenin hemen hiç yaratıcı olmayan bir yorumuydu. Ama belli ki sahneleyenler (yönetmenler), bu şekilde sahnelemenin çok "sanatsal", çok "yenilikçi" çok "birşey" olduğunu düşünmüş olmalı ki bu yolu seçmişti.

Bu durumun sinemada da çok görüldüğünü bildiğimden, bununla ilgili kısa birşey yazayım dedim.

*

Her sanat dalında, sanatın "ileri" uçlarında, halkın yaygın olarak kullandığı kodlardan daha farklı kodlar kullanılır. Sinemada da bu böyledir: Bu "ileri" uçlarda kurguda olsun, oyunculukta olsun, senaryoda olsun, ortalama sinema seyircisinin aşina olmadığı biçim ve içerik unsurları tercih edilir. Sinemanın o köşelerinde dolaşanlar, normal, sıradan, yaygın olanları "aştıkları" için (belki de sıkıldıklarından) yeni şeyler denerler. Bu "yeni" şeylerden bazıları bir süre sonra "ana akım" tarafından benimsenir. Bu "ileri uçlarda yaşayanlar" bir kez daha "yenilikler" peşinde koşmaya başlarlar, vb. Sanatlar, böyle böyle ilerler.

Lakin...

Bir de kendisi henüz "ana akım"ın kodlarını anlamadığı ve/veya çözemediği halde kendini "ileri uçta" zannedenler vardır. Bu kişiler "sistem" tarafından böyle davranmaya itilmişlerdir. O sanat dalında o dönemde "moda" olan eğilimlere uymak zorunda bırakılmışlardır. Bu "ileri" kodları, bu "üst düzey sanat" formlarını "kullanarak" (kullandıklarını sanarak) o alanın "tanrıları"ndan biri olduklarını zannederler.

Bu modayı belirleyenler "bekçiler"dir (gatekeepers). Yani, bir şekilde o sistemde kendine bir yer, "makam" edinmiş kişiler. Bu makam sahipleri, kimin ön plana çıkacağına, kime ödül verileceğine, kimin eserinin sahneleneceğine veya gösterileceğine karar verirler ya da bu kararda büyük etki sahibidirler. Örneğin resim alanında uzun bir süre "figüratif" ressamlar dışlanmıştır. Neden? Çünkü galeri sahipleri, küratörler, eleştirmenler vb. "figüratif" resmi uzun bir süre aşağı, değersiz, demode, vb. birşey olarak görmüştür. Galeriler "resmen" bu tür ressamlara yer vermemiştir. (İşin ilginci moda ("tide") değişince, bu "bekçiler" de görüşlerini değiştirir ve eskiden aşağıladıkları şeyleri bu kez yere göğe koyamaz olurlar. Bkz. 80'lerde aşağılanan Müslüm'ün 2010'larda yüceltilmesi).

Tiyatro, edebiyat, şiir, müzik... hemen bütün sanat dallarında "dönemin bekçileri", o dönem moda olan tarz dışında eser verenleri dışlar, o sanat dalına yeni girmeye çalışan gençleri de moda olan tarzda eser vermeye adeta zorlar. Garibim gençler de, bu ak saçlı "ninelerin", ak sakallı "dedelerin" söylediklerini "kanun" zanneder ve içlerinden gelen saf sanatsal içgüdülerle değil de bu moda eğilimlere göre eser vermeye çalışırlar. (Eski yazılarımda bilinçaltının nasıl acımasız bir mafya babasına benzediğini anlatmıştım. Onun dediğini yapmazsanız, mahvolursunuz!). Sonuç, ne yeterince "avant-garde" ne yeterince "orijinal" ne de yeterince "samimi" eserlerdir. Genç insanlar, girmeye çalıştıkları alanın "tapınak bekçilerini" tatmin edebilmek için kendi ruhlarını eğip büktükçe kendi özlerinden, "orijin"lerinden uzaklaşır ve bir ömür boyu saçma sapan ürünler vermeye mahkum olurlar. (Ya da büsbütün havlu atıp müzisyense reklam müziği yapmaya, ressamsa grafiker olmaya, tiyatrocuysa TV dizilerinde oynamaya hasreder kendini).

Gelelim sinemaya...

Bu sanat dalının "bekçileriyle" daha okulda tanışan ve hayatı onların iki dudağının arasından çıkacak "not"a bağlı olan genç ruh (sinema öğrencisi, yani daha 18-19 yaşında liseden yeni çıkmış "çocuk"), beğenilmek, saygı görmek, hocalarının gözüne girmek (ve sınıfı geçmek) için, kendini bu bekçilerin tercihlerini anlamaya ve onları tatmin etmeye adar. Hocalarının gözünün içine bakar, "acaba hangi filmi ve neden sevmeliyim" diye. Derslerde ona göre yorum yapar, ona göre konuşur.

Üniversiteleri (ve sinema dergilerini ve festival jürilerini) dolduran orta zekalı az yetenekli "bekçiler", bu çocuğun, sanat alanındaki tek rehberi, tek pusulasıdır artık. Çocuk onların eğilimlerine göre sınavlarda cevaplar verecek, onları tatmin edecek senaryolar yazıp çekecektir. Onlardan "aferin" aldıkça da bu davranışı "pekişir", bu "sanat zevki" (art taste) ona göre şekillenir. Yeterince pekişme (pişme) olduktan sonra, bu eğilim o çocuğun ruhuna "işler" (ingrained). Çocuk, bu "olgunlaşmış", "kabul gören" sanat zevki dışındaki ilkel (ama aslında saf) eğilimlere daha önce sahip olduğuna inanamaz bile! Hatta o "ilkel eğilimleri" başkalarında gördü mü de aşağılar!

Sanat dünyası, böylece kendine bir "nefer" daha kazandırmış olur. Saf bir sanat zevkiyle okula (ya da sanat camiasına) giren çocuk, tornada (öğretmenler ve eleştirmenler ve diğer "sanatçılar" tarafından) şekillendirilerek uygun hale getirilir.

İşte, örneğin sinema bölümünden mezun olan bütün gençlerden hemen hemen birbirinin aynı Kubrick, Tarkovski, Kim ki-duk, Demirkubuz, NBC yorumları duymamızın nedeni budur. Sistem, kendine uygun olan bireyleri üretmiş, bu süreçte kendi "değerlerini" bu bireyin ruhuna aşılamış, empoze etmiştir.

Siz de merak ediyordunuz, neden sinema ve yazarlık bölümlerimizden orijinal birşey çıkmıyor diye!

Bu sistemin amacı, yaratıcı, devrimci (groundbreaking), gerçekten orijinal eserler veren sanatçılar yetiştirmek değildir. Bu sistemin amacı, sistemin "yaratıcı, devrimci, orijinal" olarak kabul ettiği kişilerin kodlarını gençlere zorla kabul ettirmek, ve mümkünse de onları kopya etmeye teşvik etmektir. Gençlerden kendi ruhlarındaki orijinal ve saf yaratıcı itkileri (impulse) izlemeleri ve uygulamaları istenmez. Çünkü "hocalar" bu orijinal itkileri tanıyamazlar, anlamayazlar, kavrayamazlar. (Çünkü kendileri de "tornadan" geçerken bu "saf" "orijinal" sanatsal itkilerden "arındırılmış" "kurtarılmış"tır. Aslında her biri, ruhu hadım edilmiş küskün çocuklardır! Bir süre sonra bu hali "normal" kabul etmiş ve bu ruhsuzluğun kendi "karakterleri" olduğu sonucuna varmışlardır. Zaman, ruhlarını taşlaştırdıkça bu orijinalliği tanımaz hale gelirler. Onlar için artık çok uzak bir geçmişte kalmış "gençlik aşkı" gibi birşeydir bu saf ve yaratıcı itkiler. Hangi kafenin kahvesinin daha zengin aromalı olduğu konusu onlar için daha önemlidir ) Bu itkileri birer "sapma" olarak görürler ve bastırıp ezerler. Eğer tanıyabilselerdi, HOCA OLMAZLARDI ZATEN! SAHADA OLUP ESER VERİRLERDİ!!!

(Hocalarımızın ve eleştirmenlerimizin ve "sanatçılarımızın" yüzde doksanından fazlası bu gruba girer. Öğrenciler de aslında bunu sezer ama yapabilecekleri birşey yoktur. O cendereden sağ kurtulmak için "bekçi"nin dediklerini yapmalı, onu arzularına göre eğilip bükülmelidir. Bunu geçici olarak yaptıklarını zanneder ama bir süre sonra bu eğilip bükülmelerin kalıcı olduğu anlaşılır. Çünkü ıslak olan çamur mezuniyete doğru artık kurur. Diplomayla taçlandırılan / ödüllendirilen / mühürlenen (sealed) bu "yalakalık", kişiliklerinin bir parçası, hatta kendisi haline gelir. Burada da "bilişsel zıtlık" (cognitive dissonance) söz konusudur: "Biz bu saçma ve sıkıcı şeyleri söyleye söyleye, yaza yaza mezun olduk. Şimdi mezuniyetten sonra aksini mi yapalım? Vaktimizi boşa mı geçirdik? Biz aptal mıyız?")

*

İşin bir ilginç tarafı da şudur: Biz bir İmparatorluktan arta kalan topraklara sıkış tepiş yerleşmiş bir milletiz. Sanayi devrimini kaçırdığımız gibi sanat ve düşünce alanında da oldukça "geri"yiz - yani, eğer Batılı efendilerin ölçütlerini benimsersek "geri" kabul ediliyoruz: Müziğimiz tek sesli, resmimiz perspektifsiz, edebiyatımız ise şiirle sınırlıdır, vb. Üniversitelerimiz, bu "Batılı Efendilerin" sanat, bilim ve düşünce ölçütlerini sorgusuz sualsiz benimsediği için, "orijinal" birşey üretmeye teşebbüs dahi etmez. Onlarda ne varsa tercüme ettirir, aynen alır, kendi eseriymiş gibi yayınlar - doktora tezlerine, prof. makalelerine vb. bakın. Ataerkil toplumun bireyleri otoriteye itaate zorlayan dinamikleri ile bu İmparatorluk kalıntısı olma durumu birleşince ortaya, üniversitelerin sıcak koridorlarında mayışık mayışık sürünen (crawl) akademisyenler ve ciğerci peşinde koşan kediler gibi onların peşinde gibi koşan öğrenciler çıkar. Ama sanat çıkmaz. Bilim çıkmaz. Düşünce çıkmaz. Diploma çıkar, memuriyet çıkar, salla başını al maaşını çıkar, kopya eserler çıkar. Ama sanat çıkmaz.

Oysa mavi gözlü sarışın yakışıklı ne demişti? "İlim tercümeyle olmaz, tetkik ile olur." Aynı şey sanat dalları için de geçerlidir. Sanat da tercümeyle olmaz. Dünyada ne olup bittiğinden haberdar olmak için tercüme tabii ki şart, ama bütün ölçütlerinizi ve bilgilerinizi dışarıdan alıyorsanız, çok büyük bir hataya kurban gidiyorsunuz demektir.

16 Kasım 2018 Cuma

Thunderdome

"Başka bir kahramana ihtiyacımız yok" diyordu ya Tina Turner abla, film müziğinde...

Aynen öyle. Başkasına gerek yok. Biz yaparız. Biz yeteriz.

Yeter ki nasıl yapıldığını hatırlayalım...

8 Mart 2018 Perşembe

Çakalın Ötekisi!

Bir miktar boş zamanım var. Öyleyse bir miktar burada yazabilirim.

Aslında yazılacak çok şey var ama çoğu olumsuz şeyler olduğu için insanın yazası gelmiyor. Mesela:

Siyasi hayatımızın gittikçe kalitesizleşmesi. Afrika'daki 3. dünya ülkelerinden aslında bir farkımızın olmadığını her sabah, tekrar, yeni bir kanıt üzerinden görmek...

Kapitalizmin toplumumuzun ve insanlarımızın boğazındaki pençesini gittikçe daha fazla sıktığını, her adım başı görmeye başlamak. İnsaniyetin gittikçe daha azaldığı bir hayata her gün uyanmak...

İnsanların mekanik bir rutin ile yüzeyselleşmesine tanık olmak. Yani sanki birisi her gün insanların içine biraz daha su katıyor, belirli bir miktar. İnsanlar da "seyreliyor". Ama bunun farkında değil kimse, çünkü herkes aynı ortamda yaşıyor.

Bundan on beş, yirmi sene önce çılgınlık, adilik, şerefsizlik olarak görülecek şeylerin sıradanlaşmasını izlemek.

Teknolojinin ve paranın gerçekten de hiçbir şey getirmediğinin kanıtlanmasını seyretmek. Kendi alanımızdan örnek vermek gerekirse, insanların 10 sene önce rüyasında göremeyeceği kameralara ve programlara artık herkes sahip, ama ortada Allah için bir tane bile adam gibi film / senaryo yok.

*

Sabah tanıştığın kişiyle akşam (hatta o hafta) yatıyorsan, aşk diye birşeyin yokluğundan şikayet edemezsin.

Sevdiğin bir iş / uğraş ile uğraşmak için daha az para almayı kabul edemiyorsan, ideallerden, maneviyattan, sevgiden bahsedemezsin.

Günde 4-5 saat boyunca, sadece 5-10 saniye süren veri patlamalarını (insta, vb.) izliyorsan, kendini yüzeysel hissetmekten, hayatı anlamsız bulmaktan şikayet edemezsin.

Eğer sinema eğitimi alıp da kendine tek çıkar yol olarak reklamcılığı veya dizileri görüyorsan, hiç uğraşma be annem! Sen de çakalın tekisin!

Eğer yazar isen ve kendini insanlığın bir parçası olarak görüp onun hallerini ve sorunlarını anlatmak yerine "copy writer" veya dizi yazarı olarak tanımlıyorsan, sen de "çakalın ötekisisin!".

*

Eskiden fakirlik, yokluk, bu kadar koymazdı insanlara... Ama şimdi ruhlar üzerindeki para ve maddiyat baskısı o kadar arttı ki, insanlar idealleri peşinde gitmeyi, başkalarından önce kendi kendilerine "eleştiriyorlar"!

Onun için okuduklarınız bu kadar "ruhsuz", bu kadar "sığ", bu kadar "heyecansız"! Mesele "yeteneksizlik" değil, kalpsizlik.

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Kuşaklar Göçü

Yetmişlerde büyüyenler, abilerinden ve ablalarından sürekli olarak "altmışların" ne kadar harika, ne kadar "özgür" yıllar olduğunu duymaktan bıkmışlardır. Tıpkı seksenlerde büyüyenlerin, "yetmişlerin" ne kadar "aktivist", ne kadar "politik" ve bu yüzden ne kadar "anlamlı" olduğunu büyüklerinden duymaktan bıkması gibi. Doksanlarda büyüyenlere "seksenleri", iki binli yıllarda büyüyenlere de "doksanları" dinlemekten gına gelmiştir sanırım.

Her kuşak, kendisinin "ergenlik" ve "gençlik" yıllarını yüceltir, 30'lu yaşlara ve sonrasına ulaştıkça, kendi gençliğine duyduğu özlemi, yeni kuşaklara, bu şekilde "satar". Yeni kuşaktakilerin kimi buna kanar, kimi kanmaz. Çok beklemeye gerek yok, şu an gençliğinin baharını yaşayanlar, 2030'lara gelindiğinde, "Ah, 2010'lu yıllar" diyecekler!

*

Ama işin şöyle bir gerçek, "göreli olmayan" tarafı da var. Batı Kültürünün etkisindeki bizim sosyal tabakamız, gittikçe daha da karamsar ve maddeci bir dünya görüşüne batıyor. Hayat artık maddi zevk üzerinden daha fazla tanımlanıyor. En son teknolojideki telefona ya da arabaya veya eve sahip olmak, "doğru" (hakiki) bir siyasi görüşe veya "gerçek aşka" dayanan bir ilişkiye sahip olmaktan çok daha önemli. İnsanlar ruhlarını ve özgürlüklerini, maddi rahatları ve bedensel zevkleri için terk etmiş, onlar karşılığında "satmış" durumdalar.

2000'li yıllarda doğanların böyle bir geçişi fark etmeleri mümkün değil. Ama 60'larda ve 70'lerde doğanlar bunu net bir biçimde yaşıyorlar. 60'larda doğup siyasi olaylara katılanlar, en azından bizim ülkemizde, büyük bir şoktan (yani "darbe") sonra hayatlarını radikal bir biçimde sorgulamak zorunda kaldılar. Bu öyle radikal bir sorgulamaydı ki kendilerini gençken en çok eleştirdikleri işleri yaparken (kapitalizme hizmet ederken) buldular.

70'lerde doğanlar, darbenin artçı şoklarını hissederek büyüdüler. Özal zamanında artık iyice serpilen ve (bütün dünyaya paralel olarak) ülkemizde iyice kök salan kapitalizme çok az direnç gösterdiler. Daha çok, onu benimseyip yücelten, maddi zevkleri hayatlarının tam merkezine koyan ilk kuşak oldular. (Daha önceki kuşaklarda da böyle insanlar vardı, ama 70'lerde doğanlar (80'liler diyelim), bir kuşak olarak bunu yaptılar).

2000'lerde doğanlar ise, işte bu tam neo-liberal kapitalist ortamda gözlerini dünyaya açtılar. Çevrelerinde, idealizmden, hayallerden, yüksek ahlaki değerlerden, "insanlık"tan bahseden kimse yoktu. Onlara "rol modeli" olacak hiçkimse göremediler. Her yer sahte "starlar" ile doluydu. Ünlüler, sporcular, işadamları, zengin komedyenler, vb. pırıltılı hayatları ile göz kamaştırıyordu. Bunun sonucunda bütün bir kuşak, kendilerine sunulan bu hayat bakış açısını sorgusuz sualsiz kabul etti. Nasıl sorgulayacaktı ki? Karşılaştırma yapabileceği hiçbir alternatif görüş yoktu!

*

Buradan filmlere bağlayacağım. Batı Kültürü merkezli bir sosyal tabaka olduğumuz için de Holivut filmleri üzerinden gideceğim. (Burada Türk filmlerini ele almamamın asıl sebebi, senaryoların kalitesinin çocuk hikayesi düzeyine bile ulaşmamasıdır. O dönemdeki Hülya Koçyiğit Fatma Girik Türkan Şoray filmlerinin karşılığını, şimdiki pespaye TV dizilerinde bulabilirsiniz: Her türlü derinlikten yoksun karakterler, kötü oyunculuk, klişe sahnelerle dolu senaryolar.)

80'li 90'lı yıllarda izlediğimiz bazı filmlere bakınca, bunların ne kadar masumane, ne kadar içten, ne kadar samimi duygularla yapılmış olduğunu görüp şaşıyorum. En son "Jerry Maguire"ı tekrar izledim. Tom Hanks'li Julia Roberts'lı romantik komediler, son 15 yıldır çekilen filmlerde olmayan bir şeye sahipti. Seyrettikten sonra insanın içini ısıtıyor, hayata dair bir bakış açısı yakalama şansı veriyor, insanı umutlandırıyordu.

(Karamsar konuları ele alan karamsar filmleri otomatik olarak "sanat" zanneden "entel" okurlarımın bu önermeye hemen burun kıvıracaklarını biliyorum. Ama kendi "nevrozlarını" hayat görüşü zanneden bu insanlar için yapabileceğim tek şey "psikoterapi" görmelerini önermek olacak. Sizin sosyal öğrenme yoluyla benimsediğiniz bu "edinilmiş zevk" (acquired taste) "üstün" "gerçek" veya "daha değerli" olmaktan çok uzak. Kendinizi "gerçekçi" sanıyorsunuz, ama gerçekten çok uzaksınız. Aslında sadece mutsuz çocukluğunuzu rasyonalize edip kendi berbat hayatınızı haklı çıkarmak (validate) için "büyük" adamların eserlerinin arkasına saklanıyorsunuz. Alkolü azaltın, terapiye para verin! Hayat ne toz pembe, ne kapkara...)

Şimdi ise sabah tanışıp akşam yatağa birlikte girenlerin kuşağındayız. Ve bunu "hayat"ın en gerçek hali olarak sunuyorlar. Çektikleri filmler de ister istemez bu görüşü yansıtıyor: "Issız Adam" filminin baş karakteri olan adam, ancak ve ancak "kötü adam" olabilecek niteliklere sahip biri. Ama onu bile "kahraman" kabul eden bir kuşakla karşı karşıyayız, çünkü "gerçek hayat" böyle! Eğer siz de böyle davranmazsanız, "yalnız" kalırsınız.

Aslında bu, "sürüye uymak" ile "kendi ruhunun sesini dinlemek", insan insan olalıberi yaşanmış bir ikilemdir. Ve çoğunluklar her zaman sürüye uyup "norm"u belirlerken, arada sadece birkaç kişi kendi olabilme cesaretini ve gücünü gösterebilmiştir. Ama bu devrin bir özelliğini de söyleyelim: Bu "sosyal medya" sayesinde, artık insanların üzerindeki baskı çok daha fazla. Yani sadece beş on arkadaşınızın görüşlerine maruz değilsiniz. Yüzlerce, hatta binlerce insan hayatınızı etkileme, yorumlama, olumlu ya da genelde de olumsuz yönde değiştirme hakkına / şansına / olanağına sahip. Ben insanların, bu kadar büyük bir baskıyı kaldıracak güçte olduğuna inanmıyorum. Mutsuzluklarının bir sebebinin de bu olduğuna inanıyorum. Artan sosyal baskı. Mahalle baskısı gitti yerine "şehir baskısı" "ülke baskısı" "insanlık baskısı" geldi!

Buradan nereye gideriz? Sanırım Mars'a! Çoğunluk, yine zengin ve vicdansız azınlık tarafından sömürülmeye devam ederken, ahlaksız azınlık, servetine servet katmanın yeni yollarını yeni teknolojilerle bulacak. "Daha fazla bilgi ve eğlence" sloganıyla teknolojik aygıtlara köle edilen insanlık, eğer bir gün kendini bu "Matrix"ten kurtarmaya karar verirse, korkarım ona "doğru" yolu gösterecek kadar ahlaklı ve vicdanlı insanları bulamayacak.

15 Eylül 2016 Perşembe

Ey Senarist!

(Davudi bir sesle, bol eko yapan boş bir salonda okunuyormuş gibi okuyun. Kafanızdaki salonda tabii)

1) Senaryo yazıyorum diye kendini bir halt zannetme! Eğer hayatın özünden damıtılmış tecrübelerin yoksa, ancak ve ancak başkalarının hikayelerinden (belki fark etmeden) aparttığın şeyleri tekrar tekrar kesip yapıştırarak birşeyler yazarsın. Bu da çok yapay ve boş olur. Önce git, acısıyla ve tatlısıyla (çoğu acı olacaktır) hayatı yaşa! Sonra yaz!

2) Aklına ilginç bir fikir geldi diye hemen peşine takılıp gitme! Her aklına geleni benzersiz mücevher, hint kumaşı zannetme! Belki bulduğun fikir, aslında başka bir fikre dönüşmek isteyen bir tohumdan ibarettir. O tohumu nazik bir şekilde kalbinde ve kafanda beklet, neye dönüşmek istediğini keşfet, ancak emin olduktan sonra kağıda dök. Hemen kağıda dökersen, erken doğum olur, yaşamaz fikir!

3) Aklına ve ruhuna doğan fikirleri, "ama piyasa şöyle şeyler istiyor" diyerek piç etme. Piyasa zaten piç olmuş fikirlerle (ve doğrudan çalıntılarla) dolu. Sen kalbini dinle. Eğer dinlemezsen, o fikir seni cayır cayır yakar!

4) Fikirlerin hakkını ver. Karakterlerini derinleştir. Hepsine biyografi yaz! Bunu yapmadan hikayeye girme! Eğer girersen, emin ol ki bir yerde tıkanacak, aylar boyunca bir kelime dahi yazamayacak, ya da yazdıklarını tekrar tekrar sileceksin. Eğer bunu istemiyorsan, karakterlerini, kendin kadar değil ama, yakın bir arkadaşın kadar tanıyana kadar birşey yazma. Sonra abuk subuk olay örgüleri yaratıp başımızı ağrıtma!

5) Ey oğul (ve dahi kızım)! Ev kadınlarını memnun ederek kiramı ödeyeceğim diye ruhuna ettiğin bu eziyet yetmedi mi? Anan baban seni bunun için mi okuttu! Nerede o analiz ettiğin Şekspirler ve dahi Tenessee Williamslar? Ionescolar ve Beckettlar... Tiz zamanda kendi ruhuna, aslına, özüne geri dön, yoksa vallahi çarparım!

6) Hikayelerin birkaç koldan oluştuğunu unutma! En ilginç olay örgüsü bile bir yerden sonra sıkıntı verir. Buna psikolojide "habituation" derler. Bu yüzden ilginç ikincil karakterler ve onların karakter yaylarını (değişimlerini) yaratmaya erinme! Mümkünse bu ikincil hikayeler de ana temayı desteklesunlar!

7) Üç perdeli yapı senin dostundur evladım, ondan çekinme!

8) Olay örgün ve karakterlerin ne kadar ilginç ve dolu olursa olsun, özdeşleşme tekniklerini kullanmazsan, seyirci senin hikayene giremez. Giremezse de mal mal seyreder! Ol sebepten dolayı, bu teknikleri çarpım tablosundan daha iyi öğren. Ve sonra da yaratıcı biçimlerde kullan.

9) Her aklına gelen fikri yazma evladım! Yaratıcı olup olmadığına bak. "Bizim millete bu çok bile" diye düşünme. Bundan elli yıl sonra bu dönemin belgeseli yapılırken, "Geri zekalı / tembel senaristler" diye yapılacak tanımlamaya (evet, bence elli yıl sonraki belgelsellerde bu tür tabirler normal olacak) kendini dahil etme!

10) Başkalarını fikrini çalma, gavurun evladı! Oku, düşün, izle, kendi hayatına bak! Kendi orijinal fikrini kendin bul!


17 Nisan 2015 Cuma

SANARİST - ULTIMATE 3.0 - "UNCUT"

Biri UNCUT mı istemişti?

https://tr.scribd.com/doc/262123354/Sanarist-Ultimate-3-0-Uncut

661 sayfa, 350 bin kelime, 2 milyon 3 yüz bin karakter ...

Birkaç sene yakamdan düşersiniz artık.

:)

*

Not: sbribd.com Türkiye'de yasaklanmış olduğu için IP değiştirme yöntemlerinden birini kullanmalısınız. En kestirmesi, Chrome'da Zenmate diye bir eklenti kurmanız. Kurun, ülkenizi değiştirin, okumaya başlayın!