Statcounter Code

7 Mart 2019 Perşembe

Sıkıcılık ve Sanat

Dün gece bir tiyatro oyunu izledim. "Sanat" tiyatrosu olarak nitelendirilebilecek bir oyundu. Doğal olarak da sıkıcıydı. Ama sıkıcılığı, ortalama seyircinin anlamayacağı, sadece elit / okumuş / aydınlanmış / bilgili seyircinin çözebileceği kodlar kullanmış olmasından kaynaklanmıyordu. Düpedüz sıkıcıydı. Çünkü bu tür ileri düzey kodlar ya yoktu ya da çok azdı. Klasik sayılabilecek bir hikayenin hemen hiç yaratıcı olmayan bir yorumuydu. Ama belli ki sahneleyenler (yönetmenler), bu şekilde sahnelemenin çok "sanatsal", çok "yenilikçi" çok "birşey" olduğunu düşünmüş olmalı ki bu yolu seçmişti.

Bu durumun sinemada da çok görüldüğünü bildiğimden, bununla ilgili kısa birşey yazayım dedim.

*

Her sanat dalında, sanatın "ileri" uçlarında, halkın yaygın olarak kullandığı kodlardan daha farklı kodlar kullanılır. Sinemada da bu böyledir: Bu "ileri" uçlarda kurguda olsun, oyunculukta olsun, senaryoda olsun, ortalama sinema seyircisinin aşina olmadığı biçim ve içerik unsurları tercih edilir. Sinemanın o köşelerinde dolaşanlar, normal, sıradan, yaygın olanları "aştıkları" için (belki de sıkıldıklarından) yeni şeyler denerler. Bu "yeni" şeylerden bazıları bir süre sonra "ana akım" tarafından benimsenir. Bu "ileri uçlarda yaşayanlar" bir kez daha "yenilikler" peşinde koşmaya başlarlar, vb. Sanatlar, böyle böyle ilerler.

Lakin...

Bir de kendisi henüz "ana akım"ın kodlarını anlamadığı ve/veya çözemediği halde kendini "ileri uçta" zannedenler vardır. Bu kişiler "sistem" tarafından böyle davranmaya itilmişlerdir. O sanat dalında o dönemde "moda" olan eğilimlere uymak zorunda bırakılmışlardır. Bu "ileri" kodları, bu "üst düzey sanat" formlarını "kullanarak" (kullandıklarını sanarak) o alanın "tanrıları"ndan biri olduklarını zannederler.

Bu modayı belirleyenler "bekçiler"dir (gatekeepers). Yani, bir şekilde o sistemde kendine bir yer, "makam" edinmiş kişiler. Bu makam sahipleri, kimin ön plana çıkacağına, kime ödül verileceğine, kimin eserinin sahneleneceğine veya gösterileceğine karar verirler ya da bu kararda büyük etki sahibidirler. Örneğin resim alanında uzun bir süre "figüratif" ressamlar dışlanmıştır. Neden? Çünkü galeri sahipleri, küratörler, eleştirmenler vb. "figüratif" resmi uzun bir süre aşağı, değersiz, demode, vb. birşey olarak görmüştür. Galeriler "resmen" bu tür ressamlara yer vermemiştir. (İşin ilginci moda ("tide") değişince, bu "bekçiler" de görüşlerini değiştirir ve eskiden aşağıladıkları şeyleri bu kez yere göğe koyamaz olurlar. Bkz. 80'lerde aşağılanan Müslüm'ün 2010'larda yüceltilmesi).

Tiyatro, edebiyat, şiir, müzik... hemen bütün sanat dallarında "dönemin bekçileri", o dönem moda olan tarz dışında eser verenleri dışlar, o sanat dalına yeni girmeye çalışan gençleri de moda olan tarzda eser vermeye adeta zorlar. Garibim gençler de, bu ak saçlı "ninelerin", ak sakallı "dedelerin" söylediklerini "kanun" zanneder ve içlerinden gelen saf sanatsal içgüdülerle değil de bu moda eğilimlere göre eser vermeye çalışırlar. (Eski yazılarımda bilinçaltının nasıl acımasız bir mafya babasına benzediğini anlatmıştım. Onun dediğini yapmazsanız, mahvolursunuz!). Sonuç, ne yeterince "avant-garde" ne yeterince "orijinal" ne de yeterince "samimi" eserlerdir. Genç insanlar, girmeye çalıştıkları alanın "tapınak bekçilerini" tatmin edebilmek için kendi ruhlarını eğip büktükçe kendi özlerinden, "orijin"lerinden uzaklaşır ve bir ömür boyu saçma sapan ürünler vermeye mahkum olurlar. (Ya da büsbütün havlu atıp müzisyense reklam müziği yapmaya, ressamsa grafiker olmaya, tiyatrocuysa TV dizilerinde oynamaya hasreder kendini).

Gelelim sinemaya...

Bu sanat dalının "bekçileriyle" daha okulda tanışan ve hayatı onların iki dudağının arasından çıkacak "not"a bağlı olan genç ruh (sinema öğrencisi, yani daha 18-19 yaşında liseden yeni çıkmış "çocuk"), beğenilmek, saygı görmek, hocalarının gözüne girmek (ve sınıfı geçmek) için, kendini bu bekçilerin tercihlerini anlamaya ve onları tatmin etmeye adar. Hocalarının gözünün içine bakar, "acaba hangi filmi ve neden sevmeliyim" diye. Derslerde ona göre yorum yapar, ona göre konuşur.

Üniversiteleri (ve sinema dergilerini ve festival jürilerini) dolduran orta zekalı az yetenekli "bekçiler", bu çocuğun, sanat alanındaki tek rehberi, tek pusulasıdır artık. Çocuk onların eğilimlerine göre sınavlarda cevaplar verecek, onları tatmin edecek senaryolar yazıp çekecektir. Onlardan "aferin" aldıkça da bu davranışı "pekişir", bu "sanat zevki" (art taste) ona göre şekillenir. Yeterince pekişme (pişme) olduktan sonra, bu eğilim o çocuğun ruhuna "işler" (ingrained). Çocuk, bu "olgunlaşmış", "kabul gören" sanat zevki dışındaki ilkel (ama aslında saf) eğilimlere daha önce sahip olduğuna inanamaz bile! Hatta o "ilkel eğilimleri" başkalarında gördü mü de aşağılar!

Sanat dünyası, böylece kendine bir "nefer" daha kazandırmış olur. Saf bir sanat zevkiyle okula (ya da sanat camiasına) giren çocuk, tornada (öğretmenler ve eleştirmenler ve diğer "sanatçılar" tarafından) şekillendirilerek uygun hale getirilir.

İşte, örneğin sinema bölümünden mezun olan bütün gençlerden hemen hemen birbirinin aynı Kubrick, Tarkovski, Kim ki-duk, Demirkubuz, NBC yorumları duymamızın nedeni budur. Sistem, kendine uygun olan bireyleri üretmiş, bu süreçte kendi "değerlerini" bu bireyin ruhuna aşılamış, empoze etmiştir.

Siz de merak ediyordunuz, neden sinema ve yazarlık bölümlerimizden orijinal birşey çıkmıyor diye!

Bu sistemin amacı, yaratıcı, devrimci (groundbreaking), gerçekten orijinal eserler veren sanatçılar yetiştirmek değildir. Bu sistemin amacı, sistemin "yaratıcı, devrimci, orijinal" olarak kabul ettiği kişilerin kodlarını gençlere zorla kabul ettirmek, ve mümkünse de onları kopya etmeye teşvik etmektir. Gençlerden kendi ruhlarındaki orijinal ve saf yaratıcı itkileri (impulse) izlemeleri ve uygulamaları istenmez. Çünkü "hocalar" bu orijinal itkileri tanıyamazlar, anlamayazlar, kavrayamazlar. (Çünkü kendileri de "tornadan" geçerken bu "saf" "orijinal" sanatsal itkilerden "arındırılmış" "kurtarılmış"tır. Aslında her biri, ruhu hadım edilmiş küskün çocuklardır! Bir süre sonra bu hali "normal" kabul etmiş ve bu ruhsuzluğun kendi "karakterleri" olduğu sonucuna varmışlardır. Zaman, ruhlarını taşlaştırdıkça bu orijinalliği tanımaz hale gelirler. Onlar için artık çok uzak bir geçmişte kalmış "gençlik aşkı" gibi birşeydir bu saf ve yaratıcı itkiler. Hangi kafenin kahvesinin daha zengin aromalı olduğu konusu onlar için daha önemlidir ) Bu itkileri birer "sapma" olarak görürler ve bastırıp ezerler. Eğer tanıyabilselerdi, HOCA OLMAZLARDI ZATEN! SAHADA OLUP ESER VERİRLERDİ!!!

(Hocalarımızın ve eleştirmenlerimizin ve "sanatçılarımızın" yüzde doksanından fazlası bu gruba girer. Öğrenciler de aslında bunu sezer ama yapabilecekleri birşey yoktur. O cendereden sağ kurtulmak için "bekçi"nin dediklerini yapmalı, onu arzularına göre eğilip bükülmelidir. Bunu geçici olarak yaptıklarını zanneder ama bir süre sonra bu eğilip bükülmelerin kalıcı olduğu anlaşılır. Çünkü ıslak olan çamur mezuniyete doğru artık kurur. Diplomayla taçlandırılan / ödüllendirilen / mühürlenen (sealed) bu "yalakalık", kişiliklerinin bir parçası, hatta kendisi haline gelir. Burada da "bilişsel zıtlık" (cognitive dissonance) söz konusudur: "Biz bu saçma ve sıkıcı şeyleri söyleye söyleye, yaza yaza mezun olduk. Şimdi mezuniyetten sonra aksini mi yapalım? Vaktimizi boşa mı geçirdik? Biz aptal mıyız?")

*

İşin bir ilginç tarafı da şudur: Biz bir İmparatorluktan arta kalan topraklara sıkış tepiş yerleşmiş bir milletiz. Sanayi devrimini kaçırdığımız gibi sanat ve düşünce alanında da oldukça "geri"yiz - yani, eğer Batılı efendilerin ölçütlerini benimsersek "geri" kabul ediliyoruz: Müziğimiz tek sesli, resmimiz perspektifsiz, edebiyatımız ise şiirle sınırlıdır, vb. Üniversitelerimiz, bu "Batılı Efendilerin" sanat, bilim ve düşünce ölçütlerini sorgusuz sualsiz benimsediği için, "orijinal" birşey üretmeye teşebbüs dahi etmez. Onlarda ne varsa tercüme ettirir, aynen alır, kendi eseriymiş gibi yayınlar - doktora tezlerine, prof. makalelerine vb. bakın. Ataerkil toplumun bireyleri otoriteye itaate zorlayan dinamikleri ile bu İmparatorluk kalıntısı olma durumu birleşince ortaya, üniversitelerin sıcak koridorlarında mayışık mayışık sürünen (crawl) akademisyenler ve ciğerci peşinde koşan kediler gibi onların peşinde gibi koşan öğrenciler çıkar. Ama sanat çıkmaz. Bilim çıkmaz. Düşünce çıkmaz. Diploma çıkar, memuriyet çıkar, salla başını al maaşını çıkar, kopya eserler çıkar. Ama sanat çıkmaz.

Oysa mavi gözlü sarışın yakışıklı ne demişti? "İlim tercümeyle olmaz, tetkik ile olur." Aynı şey sanat dalları için de geçerlidir. Sanat da tercümeyle olmaz. Dünyada ne olup bittiğinden haberdar olmak için tercüme tabii ki şart, ama bütün ölçütlerinizi ve bilgilerinizi dışarıdan alıyorsanız, çok büyük bir hataya kurban gidiyorsunuz demektir.

Hiç yorum yok: